22 Şubat 2011 Salı

Cevdet Paşa'dan Bir Garip Vak'a

Garîbe: Arnavudlar kokoroz(mısır) ekmeği yemeğe me'lûf (alışmış) olup buğday ekmeği indlerinde (onlara göre) çörek envâ'ından (türünden) add ü îtibâr oluna-gelmiştir. Bu esnâda ise kokoroz bulunmayıp Arnavud asâkir-i muvazzafasına asâkir-i nizamiyye gibi buğday ekmeği verilmeğe başlanmış olduğundan arz-ı şikayet eylediklerinden bölük-başıları meclise celb olundu. Vuku' bulan müzâkere esnâsında reîs-i meclis unvânını hâiz olan Hacı Muhtar Ağa " Filan tarihte bir kaht (kıtlık) oldu. İşkodra (Arnavutlukta bir şehir) ahâlîsi bir haftadan ziyâde hep buğday ekmeği yediler. Ne var siz de birkaç gün buğday(ekmeği ) ile geçinin. Elbette bir çâresi bulunur" deyu anları tekdîr ile def ' eyledi. Hele müteâkıben  Korfu'dan kokoroz gelerek gaa'ile külliyen bertaraf oldu.

Kaç Dilde Ekmek Diyebilirsiniz ?

EKMEK, bread, PANE, pan, PAİN, brot, хлеб(hlep),面包 , ача , BROOD, bukë, ዳቦ ,հաց , পাউৰুটী, t'ant'a, çörək, икмәк, pa, HLJEB, ogi, pà, pão, bara, PANU, kruh, chléb, brød, نان (nan), PANO, leib, breyð, MADRAİ, leipä, bôle, პური ,ψωμί, tzomí, mbujape,પાંઉરોટી , búrődì, PALAOA, पावरोटी, kenyér, brauð, ROTİ, punnıq, aran, mantha, umugati, нан, PANİS, maize, pantalon, BROED, lipa, DUONA, marroco, BROUT, mofo,roti, arran, kofke, emukate, purita, HARAOA, paun, láibi, falaoa, chingwa, sí-nkhwa, krúh, kimis, MKATE, tinápay, bod, bara, mburu, İSONKA, isinkwa,خُبْز (hubz)NAN- I AZİZ...

Claude Farrére'den Bir İstanbul Hikayesi





...

Çok iyi hatırlıyorum, güneşli bir gündü. Aradan yıllar geçti; bir Temmuz günüydü... Evet: 20 Temmuz 1904... Hikâyem gerçektir... Görüyorsunuz ya uydurmuyorum... Vakit öğle sularıydı, Süleymaniye Camiinin avlusuna girmek üzereydim. Süleymaniye Camii, muhteşem İstanbul'un camilerinin en muhteşemidir... Taş duvarlarla çevrili çok geniş bir avlusu vardır.

Evet, avluya girmek üzereydim. yalnız da değildim: Bir dostum vardı yanımda... Evet, bir kadın dostum... O 20 Temmuz günü, ilk defa beraber çıkıyorduk. O günden sonra da bir daha hiç ayrılmadık, hattâ, Allah kaderlerimizi ayırdıktan sonra bile. Hayatın en sert yollarında benimle beraber yürümekten ayrılmadı.

İkimiz de yorulmuştuk. Avlunun bir kenarında, yerde, üç büyük porfir sütun vardı... Asırların kahrını çekerek devrilmiş üç sütun. İşte bu üç sütundan birine yorgun argın oturduk.

Biraz sonra, sütunun altındaki bir delikten bir sokak köpeği çıktı... Gencecik bir dişi köpekti; sarkık ve yassı memeleri, yavrularına süt vermeyi yeni bitirdiğini gösteriyordu. Zavallının kemikleri, derisinin altından sivri sivri görünüyordu. Herhalde mahallede yiyecek pek azdı, hele yavrularını besleyen, onları koruyan bir anneye yetmiyordu. Belli ki açtı hayvan.

Dostum, köpeği çağırdı; köpek, önce bir düşündü, sonra yaklaştı. Tam o sırada bu maksatla dolaşan KARA EKMEK SATICISI geçiyordu. Çağırdım adamı ve dostum, çok, pek çok KARA EKMEK satınaldı. Şaşkınlıktan deliye dönen hayvan, bir anda, ayaklarının altında, kendisine bir hafta yetebilecek ekmeği buluvermişti.

Büyük bir minnettarlık hisseden köpek- bir ana köpek- sevincini ve itimadını hemen göstermek istedi. Ve bunu belirtmek için de, yeryüzündeki diğer bütün annelerin yapabileceği şeyi yaptı: Alelacele sütunun altındaki deliğine girdi ve çok geçmeden, ağzında iki minik yavruyla çıktı. Kendi yavrularıydı bunlar. Ve onları bize gayet merasimli bir şekilde takdim etti. Güzel yavrulardı. Annelerinin aksine yumuk yumuk, tombul hayvanlardı. Besbelli ki bu hal, anneye bir gurur veriyordu. Bu zayıflığın sebebini belki de yanlış anlarız diye, gözlerimizin önünde, aldığımız ekmekleri iki yavrusuna paylaştırdı, fazla kalanları bir kenara ayırdı; yavrularından artanları da kendi yedi ki, zaten pek fazla bir şey artmamıştı. Nihayet bütün aile tekrar yuvaya çekildiler.

O zaman dostum:

- Buradan ayrıldığım zaman da, dedi (zira uzak, çok uzak bir ülkeye geri dönecekti... Kardan, buzdan daha soğuk bir ülkeye) buraya gelip, bu yavrulara ve hayvanlara ekmek vereceksiniz değil mi? Söz veriyor musunuz?

Söz verdim ve sözümü tuttum. Tekrar geldim.

Onbeş gün sonra yine aynı yerdeydim. Aynı sütuna oturdum. Etraf yine muhteşemdi. Güneş aynı şekilde parıldıyordu. Ama bu defa, yalnızdım, eskiden beraber olduğumuz yerde yalnızdım... Ve bana çevredeki ihtişam azalmış gibi geldi.

Sütunun altındaki delik yine duruyordu. Ama anne köpek yoktu ortada. Uzağa gitmiş olmayacağınıtahmin ettim. Çünkü köpeklerin kanununa göre, mahalleden dışarı çıkamazdı. Beklemeye karar verdim. Bu arada, elimi deliğe sokup içini bir yoklamak aklıma geldi. Evet, gerçekten içerde yumuşacık tüylere dokundu elim. O zaman hayvanları göreyim diye ikisini de tuttum, dışarı çıkardım. Ağlayıp, viyakladılar.

Pek fazla çıkmadı sesleri; biraz viyaklama. Çok geçmeden, muhtemel bir cinayeti önlemek maksadıyla, mahallenin bütün köpekleri imdada koşmuştu. Bir anda kendimi beşyüz köpekten meydana gelmiş bir dairenin içinde buldum. Hepsi de hırlıyordu. Ama hiç biri dişlerini göstermiyordu. Çünkü, gayet rahat, ayaklarımın dibinde duran yavrular, masumiyetimi gösteriyordu onlara. Ama ben, kendimi suçlu buldum ve baldırlarımın tehlikeyle karşı karşıya olduğunu hissettim.

İşte o sırada gerçek bir tiyatro sahnesi oynanmaya başladı:

Tehlikeden haberdar edilen ana köpek, yavrularını kurtarmak için koşa koşa hadise yerine yetişmeye çalışıyor, en kötü ihtimali düşünerek, dili bir karış dışarda deli gibi koşuyordu. Ama birdenbire beni gördü ve tanıdı.

O zaman en tuhaf, en harikulade sahne cereyan etmeye başladı! Bir an içinde etrafımdaki köpekler yok oluverdi. Ana köpeğin bir havlaması, onlara tehlike olmadığını ve dağılmaları gerektiğini anlatmıştı. Ve kendisi... Karnı yere dokunurcasına yere eğilmiş, ayakkabılarımı yalayarak, apaşikâr bir şekilde arkadaşlarının yaptığı muamaele için benden özür diliyordu. Bana nasıl yapmışlardı bunu ve yavruları, şaşkın küçükler, nasıl olmuş da beni tanımamışlardı. Olur şey değildi bu! Unutmam lazımdı bunu.

Zavallı hayvanın başını okşadıktan sonra,kara ekmek satıcısını çağırınca, birden kalktı ve çeşitli maskaralıklarla sevincini göstermeye başladı. Ama hemen ardından, analık vazifesini hatırladı ve başka hiçbir hayvan dünyasında görülmeyecek bir zeka ve medeniyet örneği vererek, ard arda iki yavrusunu dişleri arasına alarak hırsla gözlerimin önünde hırpaladı, şüphesiz onları cezalandırıyordu. Kendilerine kara ekmek alan bir insandan korkmamak gerektiğini, onlara anlatıyor, bu faydalı gerçeği yavru köpeklerin kafasına sokmaya çalışıyordu. Kulaklarındaki bir, iki diş darbesi onlara iyi bir ders olacaktı.

BEYAZ EKMEK



"Cistercium tarikatına bağlı din kardeşlerine verdiği bir vaazda Romalı Umberto, naklettiği veya uydurduğu önemli bir öyküde şöyle diyordu:" Din kardeşlerimiz bize çoğu kez yoksullukların içinden, daha iyi bir yaşam umuduyla gelmektedirler. Bir zamanlar sadece kara ekmek yiyen bir aileden bir adam, bize gelerek beyaz ekmek yiyebilmek için kardeşlerimizin arasına katılmak istediğini söylemişti. Kardeşliğe kabul edildiği gün başrahibin önünde diz çöktüğünde "Arzun nedir?" sorusuna "BEYAZ EKMEK, hem de sık sık beyaz ekmek yemek!" diye cevap vermişti."Massimo MONTANARİ, Avrupa'da Yemeğin Tarihi,İstanbul, 1995, s.69

Ekmek Dağıtımı İle İlgili Bir Hatıra

Ekmek, fırın tezgahlarında ve "ekmekçi tablâkarı" adı verilen seyyar ekmekçiler eliyle mahalle aralarında, pazar yerlerinde de "iskimli" denilen sergi tahtalarında fırınları adına nispetle ve çarşı boylarında da müstakil ekmekçi dükkanlarında satılmıştır.

Seyyar ekmekçiler ekmekleri küfelere doldurup ve onları da beygirlere yükleyip dolaşmışlardır. Garip halleriyle meşhur İhtisab Ağası Hüseyin Bey'e ait bir fıkradır:

Bir ekmekçi tablakârı beygirini bir ağaca bağlayıp karşıdaki kahvehaneye girip tavla oynamaya başlar. O sırada Hüseyin Bey peşinde adamları ile oradan geçer ve ekmekçi beygirinin sahibini sorar. Adam kahvehaneden çıkıp geldiğinde:"Sen otur dinlen, eğlen ama bu hayvancağızın günahı nedir ki üstünde iki koca küfe ile senin keyfini beklesin!..." der. Beygirden küfeleri indirirler. Başına yem torbasını asarlar.Küfelerden birini tablakârın sırtına yüklerler. Ve beygiri de boynundan ağaca bağlarlar. Hüseyin Bey de kahvehane önünde oturur.Tablakâra: "Yemini bitirinceye kadar şimdi de sen beygirin keyfinin yerine gelmesini bekle!..." der.